Pazar Mesaisi

By Goki

Oruçken vakit nasıl geçer ?

Evet, Bugün dünya işsizlerinin benimle gurur duyacağı bir gün. Neden mi ? İşte nedenini sağdaki resim anlatıyor sanırım..

Malzemeler :

- İşi gücü olmasına rağmen böyle saçma sapan şeylerle uğraşacak bir insan, mümkünse çatlak bir bilgisayar mühendisi.

- Yıllardır kullanılmayan bozuk bir webcam.

- Alet kutusu.

- Bolca vakit.

- Üzerine kalemle bıyık çizilmiş bir ilkokul vesikalığı.

Hazırlanışı:

- Tornavida ve her türlü ıvır zıvır yardımıyla webcam'i söküp, içini bir çocuk haşereliğiyle parçalayın..

- Daha sonra kameranın chipsetinin ne kadar ilginç olduğunu görüp şaşırın.

- Kameranın içini tamamen boşalttıktan sonra, kurbanlık koyunun içini boşaltmışcasına bir kötü adam kahkahası atın. ( Yavaştan da acıktım ha )

- Vesikalık fotoğrafınızı ( üzerine bıyık çizilmiş, ilkokul fotoğrafı tercih sebebidir ) eskiden kameranın lensinin bulunduğu yere arkadan bantlayın.

- Son olarak tüm bu curcunadan kurtulmak için, gereksiz herşeyi çöpe atın ve kameranın vidalarını sıkın.

Sonuç :


 



Sitenin soldaki butonlarını da sonunda Türkçe'ye çevirdim, tarihler de artık Türkçe. Yaşasın güzel dilimiz !

Yarın okul başlıyor, Çankaya Üniversitesi'nde son senem ve Finlandiya'da yaptığımız proje sayıldığı için, bir daha bitirme projesi yapmayacağım. 4 tane dersim var, rahat bir dönem olacak gibi :)

İş hayatı da tüm hızıyla devam ediyor, ama artık işe haftada 2-3 gün öğleden sonra gideceğim.

Yıllardır üşendiğim AEGEE'ye üye olmayı olayı da gerçekleşti, artık ODTÜ'ye AEGEE kimlik kartımla - arabayla dahi - rahatça girebileceğim, tüm ömrüm boyunca en çok istediğim şey buydu (!).. Hayatımda sanırım 2 kere gittim ODTÜ'ye :)

Hazır araba demişken, arabanın da lastiklerini değiştirdim sonunda, Lassa Impetus 2 taktırdık 4 tane, yalnız bu Lassa'nın Yol Yardım olayı var 1 sene ve oldukça hoş birşey. Arabanız Türkiye'nin neresinde arızalanırsa, arızalansın gelip en yakın tamirciye ÜCRETSİZ götürüyorlar, sorun ne olursa olsun. 2 yıl da garantisi var ha, Ulus'ta Durkutlar Ticaret, lastikte bir NUMARA ! Hüseyin Usta garantisi...

Dün Maho'nun doğumgünüydü, artık o da 21 yaşına girdi, mutlu yıllar Maho..

Bugün, Ramazanın ilk günü, ilk oruç, ilk açlık, ilk susuzluk ve yemeğe kavuşmanın vereceği o ilk çılgın an ..

Yarın, Öbür gün, ve öbür haftalar.. Hepinize ve hepimize mutluluk getirsin..

 

Canımm benim, anlat neler oldu teyzem :)

 

Kalem dedi, kalem düşüncelerin ta kendisi... Hepsi ondan çıkmıyor mu ? Kalemle, kağıdın teması değil miydi yüzyıllardır insanları kendine bağlayan fikirleri bulan, onları öldüren, kimilerini yaşatan. Bir karalama, bir imza, bir nokta ve bazen bir kalemin kırılmasıydı insanların hayatlarını değiştiren. Bir mektupta gizliydi tüm aşk hikayeleri ve yine kalemle kağıdın dansı anlatırdı herşeyi. Keramet kalemde miydi yoksa kağıtta mıydı? Kağıt hep boş beklerdi, kalem olmasa duygularını dökemezdi belki de. Ama kalem bazen duvarlarda, bazen sıralarda bazense kirli bir araba camında ortaya çıkardı. Bazen buruştururlardı kağıdı, bir kenara atarlar, kalemle kağıdın dansı yarım kalırdı. Kimi zaman alalacele dans ederlerdi, yaz yağmuruyla toprağın dansı gibiydi bu, çabuk, içten ve derinden...

Bazen saatlerce öylece bakarlardı birbirlerine, çok kere dansa kaldıramazdı kağıdı kalem, utanırdı ve belki de sıkılırdı içini ona dökmekten. Dans etmek sadece iki bedenin öylece sallanması değildi, farklı hayatların, farklı insanların bir amaç uğruna bir araya gelmesiydi belki de. İkisinin amacı da kendilerini ifade etmekti. Yalnız kağıt hala üzülüyordu. En son bir çocuk üzerine bir ağaç çizmişti, sonra başka bir çocuk geldi ağacın dallarını çizdi ve başka bir çocuk dallarına adamlar astı, sonra bir çocuk daha bir çocuk daha ... En sonunda cesetler, tanklar, ölmüş çocuklar, kırık dallarla kaplı bir kağıt kaldı masada. Haykırmak istedi, haykıramadı, sesi yoktu, beyaz bir derinlikti sadece o.. Kalemsiz ifade edemezdi kendini..

Hayır, hayır dedi, düşündüklerim bunlar değil.. Hepsi o kalemin suçu diye geçirdi içinden. Kalem oralı bile olmadı, artık alışmıştı bunlara. Geçenlerde bir katilin robot resmini çizmişti, sık sakalları , kocaman kara gözleriyle, ince dudakları ve geniş burnuyla bu adamı tanımıştı kalem. Alnının ortasında bir kurşun yarasıyla çizmek isterdim onu diye geçirdi içinden.

Silgi, ben de bu hikayeye dahil olmak istiyorum dercesine bir köşede bekliyordu, benim işim yok etmek değil, hataları düzeltmek, kalemin yaptığı yanlışları ancak ben düzeltebilirim diyordu. Kağıt onu dinlemedi. Ses çıkarmadan anlaşıyorlardı sanki. Belli ki kağıt, silginin geçen onu tahriş etmesine hala kızıyordu. Silgi, hatasını kabullenmişti. Tüm hırsıyla hataları düzeltmeye çalışırken, yeni hatalar yapmak sadece insanlara mahsus değil dedi.

Yazar şimdi sinirlenmişti, bunları bana mı anlatıyorsunuz dercesine aldı kağıdı eline. Işığa doğru tuttu, kağıdın sahte olup olmadığını mı anlamaya çalışıyorsun dercesine baktı kalem. Yazar, kalemtıraşa uzandı, senin çenen gittikçe uzuyor biraz kırpalım dedi. Kalem sonun yaklaştığını biliyor gibiydi, gün geçtikçe kısalacak, kısalacak ve bir gün markası dahi görünmeyecek, yazar denen o adam onu çöpe atacaktı. Biliyordu, kaç arkadaşı daha markaları bile okunurken gitmişti kalem cennetine.

Kalemtıraş, uykudan yeni uyanmıştı, ağzı leş gibi kokuyor, midesi neler yediğini belli edercesine dışarı sarkıyordu. Kırmızı, yeşil, mavi kalem artıklarını gizleyemedi mahcup gözlerle, yine dedi fazla kaçırmışım.. Bir hışımla kemirmeye başladı kalemi, yanlardan alayım, üstler kalsın çok pis karizma olacaksın diye espri yaptı, kimse gülmemişti. Hani berbere her gittiğinizde, berber sizden bir canavar çıkarmayı başarır ya öyle oldu, kalem hiçbirşeye benzememişti. Neyse en azından hala yazabiliyorum diye teselli etti kendini.

Yazar, kalemi eline aldı, ona bakıyordu. Büyük iki gözlük camının arkasında, yeşil kısık gözler ve ince uzun kaşlar onu inceliyordu şimdi. Sen dedi kalem, çağları kapatıp, çağları açan, insanları peşinden sürükleyen sen dedi, sadece esirimsin. Ben olmasam sen sadece bir odun parçasısın dedi, hiddetle. Sonra bir çat sesi duyuldu, bir çat daha ve ardından son bir çat daha. Herşey bir anda oluvermişti, kalemtıraş sadece gülümsedi, kağıtsa eski bir dostunu kaybetmiş gibi donuk donuk bakıyordu.

Şimdi kalem dört beş parçaydı ve çöplüğün en karanlık, en pis yerinde korkuyor, kolunu, bacağını, ellerini arıyordu... Yazar onu kırmasaydı, bizi sen kullanıyorsun ya seni kim kullanıyor ? Basit bir kuklamısın, yoksa basit bir kuklacı mı ? diye soracaktı..

Yavaş yavaş akşam oldu, zaten hiç bir zaman aniden akşam olmazdı, yazar kafasını kağıda yaslamış uyurken buldu kendini. Uyanır uyanmaz kaleme baktı, hepsi yerli yerindeydi. Usulca yaklaştı kaleme ve basit bir kuklayım ama iplerim de benim elimde dedi..

Gökhan Doğan

 

Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı.

Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...

Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi. Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu:

"Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?"

Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi :

"Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!..."

 

Güneşli güzel bir gündü. Tren rayının kenarında üç beş çocuk, çelik çomak oynuyordu. İçlerinden en çelimsiz olanı Mehmet idi. Burada günler böyle geçerdi, tren yolu halkı derlerdi onlara. Babaları bu tren yolunun yapımında çalışıyordu. Sabahın erken saatlerinden, akşama kadar çekiç vuruyorlardı demir raylara. Onlarsa burda beş on haneli bir çadır kampında yaşıyorlardı. Çoğunun adı ahmet ile mehmet ti. Bir kaç Ali, çok az da sosyetik isme sahip çocuk vardı burada. Ama hepsi çelik çomak oynarlardı... Zaman zaman da rayların üstünde arka arkaya dizilir, tren taklidi yaparlardı ..

Babaları tren yolunun hem bitmesini hem de bitmemesini istiyordu. Eğer tren yolu biterse, bölge halkı için çok iyi olacaktı. Mallarını daha rahat satabilecekler, kasabadan şehre ulaşım daha rahat olacaktı. Ama tren yolu biterse, Mehmet'in babası da diğerleri gibi işsiz kalacaktı...

Bu durum onları hiç yavaşlatmadı. Canlarını dişlerine katarak çalışırlardı. Onların da adları pek farklı değildi. Bolca Ahmet, Mehmet, biraz Ali, az biraz da Hüseyin vardı aralarında. Ama birbirlerine "gardaş" diye hitap ederlerdi. Bizim ufak Mehmet ilk "gardaş" dediğinde, burnundan soluyordu. Altı yaşında bir çocuk, diğer bir çocuğun yakasından tutmuş, öfkeli gözlerle, gardaş diyordu bu raylardan tren geçecek, sen niye taş koyuyorsun oraya ... Mehmet rayları öylesine sahiplenmişti ki, bazen annesinden bir bez alır sağını solunu silerdi. Sümüklü bir çocuktu o, sabah akşam pijamalarıyla sokakta gezer, annesi arkasından koşturup zorla ekmek arası birşeyler yedirirdi. Peynirden çok hoşlanırdı, yanında domates varsa ziyafet, üzerine bir de kola içerse cennet olurdu onun için..

Bir gün Mehmet'in babası eve çok üzgün döndü. Küçük bir evleri vardı zaten, çadırın içinde üç çocuk, bir anne, bir de baba yaşarlardı. Babası eve geldiğinde Mehmet yine rayların oradaydı. Koşa koşa, babasının kucağına atladı. Ama babası bu sefer onun saçlarını okşayıp, aslan oğlum benim dememişti. Sessizce elinden tuttu, evlerine gittiler. Annesi yemeği hazırlamıştı. Bu akşam mönüde mercimek çorbası vardı, dün tarhana bir önceki gün de şehriye çorbası.. Tüm aile yemeklerini yerken, babası konuşmaya başladı. .

Mehmet, altı yaşında bir çocuğa göre oldukça zekiydi, tren yolunun artık bittiğini, buradan taşınmak zorunda kaldıklarını yakında bu evlerin yerine bir istasyon yapılacağını duyduğunda bunu soğukkanlılıkla karşıladı. Tüm aile elele tutuştular ve bir otobüse bindiler. Mehmet henüz okuma yazma bilmiyordu, nereye gittiklerini anlayamadı. Uzunca bir süre gittiler. Burası köyleriydi, daha önce babası onları getirmişti. Dört ayaklı, siyah, üzerinde beyaz benekleri olan büyük köpeğin, inek olduğunu, boynuzlu olanın boğa olduğunu biliyordu. Kafalarının üstünde, kırmızı parmakları bulunan, küçük iki ayaklı köpeklerin de tavuklarla, horozlar olduğunu yeni öğrenmişti. Bir de normal köpekler vardı tabii..

Mehmet o gün koşa koşa eve geldi, artık on yaşında koca bir adamdı. Babası eve gazete getirmişti, evde okuma yazma bilen bir tek Mehmet vardı o yüzden gazeteleri o okurdu. Ana haber bülteni spikeri gibi konuştukça, tüm aile onu dinlerdi. Mehmet spor sayfasını es geçti, bu sefer ana sayfadan başlayacaktı.

Resimlere baktı, rayları gördü. Ah dedi bizim raylara ne kadar da çok benziyor. Ve işte kocaman da bir tren var dedi. Ama tren raylarda değildi, insanlar da içinde değildi.. Sağda solda yerde yatıyorlardı. Mehmet bunlara ölü dendiğini biliyordu, onlar yemek yemez, su içmez, gazete okumazlardı. Hep uyurlardı, ve rahatsız edilmek hiç hoşlarına gitmezdi.

Mehmet, Sakarya'nın Pamukova ilçesinde, yani eski evlerinin orda tren kazası olduğunu öğrendi ve detayları okurken iki damla gözyaşı aktı gazetenin üzerine. Alttaki magazin haberlerinden birindeki makyajlı kadının rimellerine düşmüştü gözyaşı. Resimdeki kadının rimelleri akıyordu, Mehmet'in gözyaşıyla..

Mehmet'in babası bilmediği bir dilde bir şeyi üç kez söyledi, sonra başka bir şeyler daha fısıldadı. Mehmet raylara baktı, etrafındaki çocuklar çelik çomak oynamıyordu.

Mehmet, birşey daha öğrenmişti, ölüler çelik çomak da oynamazdı...

NOT : Bu hikayeyi Sakarya'nın Pamukova ilçesinde 22 Temmuz 2004 tarihinde, 41 kişinin ölümü ve 89 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan kazanın ardından yazmıştım.


 

İş, Güç, Para vs..

Bugün farkettim ki, ben sitemi baya bir süredir ihmal etmişim. Sebepleri de şu ki, Finlandiya'dan geldikten yaklaşık bir hafta sonra, çalışmaya başladım. Özellikle ilk bir ay, o kadar sıkışıktı ki, kafamı bilgisayar ekranından kaldıramadan çalıştım. Daha sonra bana verilen projeyi bitirmemle birlikte, işler daha da hafifledi.. Sonra bir kaç gün Adana'ya Alper'in yanına kaçış, ardından Antalya semalarında geziş, derken bir bakmışım yaklaşık 2 aydır site güncellenmiyor :)

E artık Türkiye'de olduğumuza göre, sitemde bundan böyle Türkçe ağırlıklı yazacağım.. Zaman zaman yurtdışında edindiğim arkadaşlarım takip ettiği için İngilizce de yazmalıyım tabii. Böyle konuşup da ukalalık etmek istemiyorum, neyse öyle biri olmadığımı beni tanıyanlar biliyor zaten ;)

Gelelim günün konusuna, bugün bebişim, biricik yiğenim İlknur'un bir kaç fotosunu çektim. Sebep de Mahmut'un bozduğu (!) kameramın tamirden gelmesiydi.. Bu resimleri zaten yazının sağında solunda görüyorsunuz, dolayısıyıla onlardan bahsetmicem.. Bahsedeceğim şey, İlknur'un sürekli saçlarımı çekmesi ! Ya, bir bebek sekiz aylık olup da nasıl bu kadar güçlü oluyor anlamıyorum, ne burun kaldı ne saç, ne sakal ! Nasıl mı bu kadar güçlü oluyor dedim ben, işte sebebi ! İzleyin ve görün bebişimi, aşağıda..